Öncesini tam anlamıyla bilmem ama doğduğumdan bugüne ‘’sanal ekran uygarlığında’’ hayat her an daha da hızlanıyor gibi. Bu hızlılık bir hortum etkisi yapıyor ve içinde çirkinin güzelin, düzgünlüğün çarpıklığın içiçe geçtiği fakat aşırı hızından dolayı bu zıtlıklardan birini diğerinden ayrıştıramadığımız bir bütünlük oluşturuyor. Daha doğrusu aslında oluşturmuyor ama hızından dolayı biz öyle anlıyoruz, görüyoruz. Hortum bir tür hipnoz etkisi yapıyor bizde ve halüsülasyonlar görmemizi sağlıyor.
Hem teker teker insan olarak hem de tüm insanlık ailesi olarak bu hortumsal hipnozun etkisini kıran, anı yavaşlatan, donduran, yaşadığımız gerçeklikteki her şeyin cevherinin, asli hakikatinin bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığı anlar vardır hayatımızda. Böyle anlarda daha fazla yoğunlaşarak daha kapsayıcı bir nazarla tefekkür edebiliriz. En dibe dalmışızdır artık ve o dibi kendimize ufuk edinip görünen resmin bize gösterilen kadarına değil, yalandan kurgulanarak oluşturulmuş imaj ve simülasyona göre değil, birşeyi olduğu gibi ve bizdeki görme gücü kadarıyla görme olanağına sahip oluruz.
Prizren’den yüzük ve küpelerini gönderen teyzeler, Azerbaycan’da iki gözlü evinde ne bulduysa hemen arabasına yükleyip yardıma koşan Server kardeşimiz, bizimle beraber ağlayan Yunan Mihail ....sayısı yüzbinleri bulan bu insanlar için de bizimle yekvücut olmuş "depremzedeler" diyebiliriz. Bölgede kaos üretmeye çalışan ırkçılar için ve acaba beton kullanımı azalır mı diye endişe etmeyen aksine yıkılanların yerine yeni inşa edileceklerde daha çok beton kullanacağından emin olan ellerini kaşıyan betonculara, bunun gibi depremden her türlü menfaat devşirenlere ‘’depremzâdeler’’ ifadesini kullanabiliriz galiba.
Tek başına yabancısı olduğumuz bir yerde seyahat, çok sevdiğimiz bir dostumuzun vefatı, Allah’tan geldiğine inandığımız oturup veya olduğumuz yerde dikili kalıp dalarak üzerine uzun uzun düşündüğümüz nimetler ile musibetler bu türdendir. Sanırım bu afette hem sahada hem medyada deneyimlediğimiz gibi depremleri de bu türün içine alabiliriz:
Deprem anı yavaşlatır, durma noktasına getirir. Toplumdaki normal hayatta farkedemediğimiz güzellikleri güzel insanları, tiksinti duyacağımız davranışları ve bunların sahiplerini önümüze döker. Deprem üzerimizdeki sihirli pelerinleri söküp alır, yırtıcıdır. Sadece yer kürede yırtıklar meydana getirmekle kalmaz bu perdeleri, pelerinleri de yırtar söküp atar. Sadece dünyanın toprağında bir titreşim meydana getirmez; aynı zamanda biz insanların kabuk bağlayan toprağımızı da sarsar, ters döndürür. Kişilikler billurlaşır saflar keskinleşir. Herkes kendisine layık olanı özel bir önemle yapar bu dönemlerde. Bu yüzden ahlaki değer yargısı ifade eden kelimeleri daha net daha kesin kullanabiliriz. Sıradan hayatın fluluğundaki gibi zıt değerler çok içiçe değildir artık.
Maraş’ta ekibiyle beraber ancak üç gün sonra ağzına bir yudum sıcak çorba değdirmiş, 84 kişiyi enkazdan sağsalim çıkartmayı becerebilmiş kimsenin tanımadığı ve büyük ihtimalle bundan sonra da mütevazı hayatına kaldığı yerden devam edecek olan Ahmet abiyle, Antakya’da dört beş gün boyunca annesi babası enkazın altında kalan, onlarla bu süre boyunca enkazın üstünden konuşan ama yardımın zamanında ulaşmamasından dolayı onları kaybeden, bu kızgınlığına çaresizliğine rağmen teslimiyeti elden bırakmayan Ali gönlümüzde çok müstesna yerler işgal ederler. Bunun yanında afet bölgesine sahip oldukları iktidar alanlarını - artık bu her neyse- kuvvetlendirmek için veya kaybetmek korkusuyla gelmiş olanlara biz aynı gözle bakamayız.Bunun ismini koymak gerek. Depremzedeler ve bunun gerek müsebbibi olan gerek üzerinden rant devşiren depremzâdeler...
Prizren’den yüzük ve küpelerini gönderen teyzeler, Azerbaycan’da iki gözlü evinde ne bulduysa hemen arabasına yükleyip yardıma koşan Server kardeşimiz, bizimle beraber ağlayan Yunan Mihail ....sayısı yüzbinleri bulan bu insanlar için de bizimle yekvücut olmuş "depremzedeler" diyebiliriz. Bölgede kaos üretmeye çalışan ırkçılar için ve acaba beton kullanımı azalır mı diye endişe etmeyen aksine yıkılanların yerine yeni inşa edileceklerde daha çok beton kullanacağından emin olan ellerini kaşıyan betonculara, bunun gibi depremden her türlü menfaat devşirenlere ‘’depremzâdeler’’ ifadesini kullanabiliriz galiba.
Anın yavaşlamasından birçok şeyin normal hayat akışında olmadığı kadar şeffalaşması gibi yayıldığı alan itibariyle çok geniş bir deprem olmasından olsa gerek konuşulacak meseler de bir o kadar çoklaştı:
İnsafsız müteahhitler, rüşvet alıp göz yuman vicdan yoksunu belediye çalışanları, imar affını rutin haline getirmiş ihmalkar ve denetimsiz hükümet, önceden yapması gerekeni zorunda kaldığı kriz zamanlarında yapan pragmatist siyasi anlayış, evler ovaya yapılmazı bile öğretemeyen çarpık eğitim sistemi, mimari ve şehirciliğimizin kan ağlayan hali, tüm dünyanın bir şekilde burada olmasından ‘’diğerleri’’ ‘’ötekiler’’ hakkındaki genellemeci düşüncelerimiz, ikbal uğruna akademik titr uğruna yetkililere kurumsal formelliğin arkasına sığınarak gerekli tepkiyi göstermeyen kalburüstü takımımız(?), sıkıştığında ‘’kader’’ kavramıyla deklanşörün yönünü Tanrıya çeviren sözde ona teslim olan saf dindar dimağlar, bu tür kriz zamanlarında kararların yavaş ve geç alınmasını sağlayan mevcut politik mekanizma..
En basit örneğiyle Merhum Turgut Cansever’i on yıllarca randevu istemesine rağmen vermeyen, kapısından içeri almayan bir siyasi anlayışın hiçbir bahanesi ve affı olamaz..
Bir yandan millet olduk gibi gözüküyor yedisinden yetmişine hepimiz bir şekilde oradaydık amaçlar yollar farklı olsa da, ortak bir noktada seferber olduk.Hatta bütün insanlık tek nefes olduk. Waldo da burdaydı Henry de, insanlıktan payı olan herkes bir şekilde buradaydı. Ama bir yandan da olamadık; bir düşman sınırdan girip bu kadar insanımızı katlediverse göstereceğimiz tepkinin benzerini, depremin olacağı önceden onlarca kez bilim adamları tarafından uyarılmasına rağmen gerekli tedbirleri almayan, dolayısıyla bunca insanın kaybedilmesinde sorumluluğu olan kişilere vermiyoruz. Ya da şöyle söyleyelim, biz galiba sadece olağanüstü durumlarda birlik olmayı adet haline getirmiş bir toplumuz.
Deprem binaları yıktığı gibi kitlelerin hapsolduğu yalanlar dünyasının duvarlarını da yıktı fakat normal hayatın sıradanlığının içinde sarhoş edici bir aldatıcılık saklı: Çoğunluk bu olağanüstü dönemde buluştuğu ortak sahada koşturmaktan, asıl gerçeklikten uzaklaşıp sıradan hayatın griliği içerisinde aidiyet hissettiği topluluk tarafından yeniden kendi menfaatlerine göre kurgulanacak dünyaya hizmete koşacak gibi gözüküyor. Bu böyledir. Bu işler böyle yürümüştür hep. Olağanüstü hal bu, adı üstünde geçip gitmek için var, bizim olağan halimiz bu değil ve bütün meselemiz sorunlarımız da burda başlıyor. Olağandışı durumlardaki bilincimizi olağan hayata genişletemiyoruz.
Son olarak , depremin hatırlattığı en büyük ders; ulaşılmak istenen hedeflere göre dizayn edilmiş bir hayatın o amaçlara ulaş-a-madığımızda bütün anlamını yitirdiği, bu amaçlara ulaşmak veya ulaşamamanın da en nihayetinde bizim elimizde olmadığı, dolayısla asıl olanın ‘’yol’’ ve ‘’yolda olmak’ olduğudur.